Odanın bir köşesinden
diğerine sürükleniyordu kız. Ayakları ezberledikleri hareketi zorlanmadan,
tuhaf bir istekle yineliyordu. Sanki vücudundan ayrıydılar. Sanki tüm vücudu işlevini
yitirmiş, koca bir hiçlik vardı bedeni yerine; hükmetmekte zorlandığı et
parçaları. Sadece ayakları… Ayakları itaatkardı ama ona değil kendilerine.
Belli ki onlar bile bırakmak istiyordu diğerlerini tüm bu kaostan kaçıp
uzaklaşmak içindi yararsız çırpınışları…
“Ölümün bir tarifi var mı acaba?” diye
düşündü birden. Acaba böyle mi oluyordu her uzuv yavaş yavaş vazgeçip
direnişten yerini boşluğa mı bırakıyordu? Hızla atmaya çalıştı var saydığı
gerçeklerini beyninden ve güldü kendi kendine. İçi boğum boğumdu. Biri kalbinin
üzerine bir taş bırakmıştı sanki önce iyice ezip sonra çıkartmak istiyordu.
Üzerinde yitenlerin yorgunluğu, bir sonrakinde bitecek gibiydi ama her adımda
daha da siniyordu üzerine kimsesizlik duygusu. Bırakıp kendini kabullense
karanlığı, belki bu kadar yanmayacaktı canı.
Ama aşk bu değil miydi işte ne kadar kanatırsa, o kadar yerleşirdi
içine…
Yüzünü boşluğa dönüp gözlerini etrafta
gezdirdi. Az önceki krizin sonuçlarını daha yeni fark ediyordu. Yırtılmış
resimler, afişler.. hatta canı gibi sevdiği kitapları bile her yerdeydi.
Şuursuz öfkeden
kendini kurtaramayan her şey.
Çıkıp gitmek istedi birden. Her şeyi
burada, böylece bırakıp gitmek. Ne kadar da kolay gelmişti onunlayken düzeni
değiştirip yeniye yönelmek. Yüzünü döndüğü hayattı o zaman, şimdiyse… hiç…
Neden sonra fark etti onu, hala
buradaydı demek hala gitmemişti. Buz mavisi gözlerini bir noktaya
sabitlemiş, heykeller gibi göz alıcı ve gerçek olmayacak kadar güzeldi. Neden
hala buradaydı ki? Hepsini mi görmek istemişti? Aşktan bir insan nasıl ölür
belki de bunu merak etmişti…
“Neden?” diye sordu kız. Yine tutamadı
kendini…
“Bu kadar geç bulmuşken seni ama
bulmuşken yine de…”
Boğazına düğümlenen hıçkırıklar izin
vermedi sonrasına. O da diretmedi daha fazla teslim oldu. Belki de sadece
bunlar kalmıştı elinde ona emanet edebileceği ve cimri davranmayacaktı bu defa…
Dakikalar, saatler belki de asırlardı
akıp giden sessizliğin boğduğu.
“Bana ilk gelişini hatırlıyorum” dedi kız
titreyen sesiyle. Gözlerini kaçırmak, onunla yüzleşmekten kolaydı. O da öyle
yaptı… “Mavi bir gömlek yoksa siyah mıydı? Bir gün gidip beni karanlığa
iteceğini mi anlatmak istemiştin daha o günden? Ne istiyorsun benden diye
sormuştum bir gün. Bu kadar almaya hakkın yok benliğimi, her şeyi silip üzerine
kendini yazmaya hakkın yok.”
Çocuk konuşmuyordu. Gözlerinde gri
bir hüzün, bakışlarını hapsettiği uzakların onu alıp götürmesini diler gibiydi
adeta. Kız ona bakmak istedi biran ama vazgeçti. Sonsuzluğu görürdü gözlerinde,
sonsuz mutluluğu… Şimdiyse… O kadar güçlü olduğunu sanmıyordu, bununla yüzleşebilecek
kadar iyi değildi şuan. Peki ne kadar zaman gerekti bunun için? Bezgin bir
gülümseme hafifçe dokundu dudaklarına. O kadar yabancıydı ki…
Pencereye yürüdü. Güneş doğsa keşke diye
geçirdi içinden. Sanki silip atabilecekti bu uğursuz geceyi…
“Gün doğumlarından nefret ettim senden
sonra. Sırf sesler girip bizi ayırıyor, koparıyor diye birbirimizden. Sırf
seninkine rakip olup bölüyorlar diye bu eşsiz melodiyi.” İçinde tuhaf bir umut
belirdi kızın.
“Mumları yakmamı ister misin?” diye sordu birden.
“Tıpkı o gece gibi. Senin ellinde bir
demet gülle kapıma dayandığın gece. Kırmızı…Yoksa beyaz
mıydı? Kaç kere söylemiştim sana papatyalar diye papatyalar… En sevdiklerim…
Yine ne için kavga etmiştik acaba? Ama seninle kavgalar bile güzeldi ve tabi
barışmalar… Tek beden, tek nefes…”
Belli belirsiz bir gölge geçti yüzünden
acıdan mıydı? umuttan mı? Bu kadar iç içe yaşanması mı gerekti sanki tüm
duyguların? Neden bir sınırı, çizgisi yoktu nefretin, aşkın, acının… Gözlerinin
içine baktı bu defa, tam içine göremediği hiçbir şey kalmasın diye iyice
yaklaştı yanına. İçindeki öfkeye teslim olup hepsini kusmak isterken sabitlendi
kaldı donuk bakışlarına… Hiç bir soğuk bu kadar üşütemezdi kalbini ya da hiç
bir ateş kül edemezdi onun gibi.
“Gecelerce beni tüm ruhunla sarmalayıp
nefes diye içime kendini dolduruşların bu yüzden miydi? Gittiğinde emin olmak…
Enkazın altında hala var olan bir cana sırtını dönmenin pişmanlığını yaşamamak
için miydi?” Daha fazla dayanamadı çevirdi gözlerini sanki görmese katlanılır
olacaktı her şey…
Dağılan kitaplardan biri çekti dikkatini
diğer yığından ayırıp eline aldı. Gülümsedi. Virgil…
Sağanak bir yağmur gibi döküldü zihnine
kelimeler…
Kapağının üzerindeki kıvrım izinde
gezdirdi usulca ellerini. En ufak hareketinde parçalara ayrılacak kristal bir
güldü sanki. Sayfalarını kokladı, tüm yaşananları bir kerede tüketmek ister
gibi, tedirgin ve aceleci… Acısını yaşamaya bu kadar adamışken kendini belki de
böylesi derinde olduğunu bilsin istememişti.
Huzursuzca kıpırdanıp, gözlerini onunla
aynı boşluğa dikti. Uzaklarda bir noktada yakalarım sandı diğerini…
“Kollarının arasında uzanıp, soluğunun
değdiği sözcüklerin nasıl ete, kemiğe büründüklerini hayretle izlemiştim. Sanki
bir araya geldikleri günden beri bu büyülü tınıyı bekliyordu hepsi.. Bazen ılık
bir yağmur gibi kadifemsi; bazense hoyrattı özgürce dans edişleri, ardında tamlığa izni olmayan deli
bir rüzgâr gibi…” Durdu birden kafasını salladı, zihnine
üşüşen düşünceleri netleştirmek için yordu kendini. “En sevdiğin bölüm
hangisiydi?” Mutlaka olmalıydı değil mi? “Her insanın olur, seninde vardı
mutlaka. Söylemiş miydin peki?” Sayfaları hızla gözden geçirdi, bir kez ve bir
kez daha tarttı kelimeleri…
İçi, ucu bucağı olmayan kör bir dehlizdi
ve dudaklarından dökülen her söz daha derinine itiyordu sancıyı. Aldığı nefes
bile yararsızdı, külfetti. Çoğaldığını sanmıştı, aşk çoğaltırdı ya insanı…
Eksikti, yetimdi, çaresizdi işte çünkü aşkı değil aşığını doldurmuştu içine.
Bir yıldız yaptı yapamadığını,
başkaldırdı zamana ve sönüp gitti usulca… Kız, dudağına acemice tutturduğu
tebessümü de yoldaş etti dostuna.
“Birileri ölürmüş her yıldız kayışında.
Değer misin bir hayatı sonlandırmaya? Peki ya ben değer miyim ölümle yaşama
bağlanmaya?” Kimeydi serzenişi? Kendine miydi, her saniye uzağa daha çok özlem
duyan sevdiğine mi? Yoksa o küçük yıldız mıydı gerçeği söylemeye asıl
çekindiği?”
Rota çizip kararsız adımlarına düş prensinin yanına yaklaştı yeniden. Bir saniye bile uzak kalmak bu kadar
işkenceyken, ne yapacaktı bundan sonra? Bakışları incitmekten korkar gibi
gezindi saçlarında. Saçları… Bahar bahardı… “Cennetin bir kokusu varsa, bu
olmalı.” demişti her zaman. Uzandı… Bu kadarını borçlu sanmıştı kendine oysa
ateş oldu baharlar… Ama gözlerinin ayazı vardı, hangi ateş olsa bu soğuğa
dayanamazdı. Canı yandı, kalbi yandı…
Sırasını bekleyen son damla da bıraktı
kendini sonsuza, gözünden kalbinin derinine doğru aktı. Ne yapsa dindirirdi ki
acıyı, ne ağlamak çare olmuştu ne talan etmek ortalığı, susmak erdemdi ya tek
onu becerememişti hayatı boyunca ve bir kez daha teslim oldu içinden taşan
duygulara…
“Gözlerine baktığımda ben olurdum
yalandan, riyadan arınmış; salt, katıksız.. Damla damla akardın içime ne
kandırırdın ne tüm susatırdın kendine… Ne kadar bensin demiştim bir gün, ne
kadar sen olmuşum. Oysa eylülle haziran gibiydik seninle. Sen güneşler
doğururdun kendince bense bulutlarımı örterdim üzerine. -gökkuşağı- dedin bir
gün bu yüzden koşuyorum bulutlarının içine…”
Sıradan bir geceydi sanki ayrılığın
gölgesi beklemiyordu bir adım ötelerinde. Biran sonra bitecek gibiydi bu can
sıkıcı oyun, kollarını bedenine dolayıp sımsıcak gülüşüyle kaplayıverecekti
içini. Ne komik… Düşü bile ısıtmaya yetmişti buz kesmiş ellerini… Bir de
tutabilseydi içinde sözlerini…
“Kendini boşluğa hapsettiğin gecelerde
masallar anlatırdım sana. Bazen çöllere vururduk kendimizi sonunda, bulduğumuz
saf aşkla; bazense dağları kum ederdik bir çift söz uğrunda. Sen Mecnun’u
kaftan etmiştin kendine, bense Yusuf’sun dedim her zaman. Güzelliğine
kelimelerin saplanıp kaldığı Yusuf… Kendimiyse koyamadım hiç bir köşeye azdı
hepsi sığdı. Leyla hain, Şirin ilgisizde gözümde.”
Hafifçe ürperdi kız, farkındalık ülkesinden
gelen asi bir rüzgârdı iliklerine kadar işleyen…
“Sanırım artık biliyorum…” dedi, kendine
duyurmaktan bile korktuğu cılız sesiyle. “Pervaneydim ben… Sevgilisinin
güzelliğinden gözleri kamaşmış, yaklaştıkça acı çeken; acısıyla aşkını büyüten
pervane… Sonunda ruhunu vereceğini bile bile acınası adanışını seremoniye
dönüştüren pervane…” Yeni bir öfke dalgası ele geçirdi bedenini. Neden
zorlaştırıyordu ki her şeyi? Bitmişti işte nedenin, niçinin, nasılın ne önemi
vardı? Bitmişti… Zaman seyyaha benliğini hatırlatıyordu, vakit “gitmek”di.
Tükürür gibi çıkıyordu ağzından kelimeler…
“Gecelerce düşündüm her şeyi gecelerce…
Senin yüzdüğün hülya denizlerinde boğdum defalarca kendimi. Aşktan mıydı,
bencillikten mi bilmem ama bir an bile istemedim kıyısına çıkmayı gözlerinin.”
Nefes alamıyormuş gibiydi ama gizlisinde kalmasın diye en ufak bir şey, son
nefes bile olsa gözünü kırpmadan heba edebilirdi.
“Komik… Herkese bir kucak dolusu
virgülle gittik de bir tanesini kendimize saklamak düşmedi fikrimize.. Asıl
bencillik buydu belki de…” O kadar hazırdı ki tüm yanlışı sırtlamaya böylesi
ceza mıydı, aklanış mı umurunda da değildi aslında. İçinde bir yan çığlık
çığlığa “Benden gitmeni istemiyorum, seni bırakmak istemiyorum.” diyordu ardı
ardına, diğeriyse ilk kez gömülmüştü suskunluğa “Bırak gitsin. Gitmeli,
yaşamalı istediği bilinmezleri..” der gibiydi adeta. Nasıl kabul edebilirdi?
Kalbini söküp almasına nasıl seyirci kalabilirdi? “Konuş benimle ne olur zaman
yok biliyorsun o gelince yine gideceksin.. bu kez konuş benimle…” dedi yalvaran
gözlerle.
Geceye vuran ilk damga süzüldü izinsizce
odaya, boş gözlerle aydınlığın sardığı yere baktı. “Merhaba…” dedi kasvetle.
Geceleri hayallere bağladığından beri kovduğu günü kucakladı özlemle. Usulca
pencereye yönelip bir süre izin verdi, ışığın tüm karanlığını delip geçmesine.
Ellerine bir avuç gün doldurup uzattı sevdiğine.
Cesaret değil miydi sevmek? Mücadele,
başkaldırı, isyan… Susuş, kabulleniş ve teslimiyetti bir başka an. Sanrıya dair
ne varsa gerçeğe bulandı aydınlıkla, vakit gelmişti işte. “Belki bir gün.”
dedik kız sıcacık gülümsemesiyle “belki bir gün…” Yine bırakamamıştı işte, yine
dönüp ardını gidememişti suskun sevdiğine. Bir konuşsa, savunsa kendini hatta
bağırıp çağırsa daha kolay olacaktı birçok şey.
Her şeyin başlangıcı olan dergi
parçalarından kurtarıp, yere saçılmış ilaç kutularından birini aldı eline…
Evirdi çevirdi uzun uzun. Yatağına uzandı, gözlerini kapatırken gerçek bir
sevinç vardı içinde; umut biterse hayat da biterdi çünkü…
“Benden gitme.” diye fısıldadı uykuya
dalmadan hemen önce, kendinin bile duymakta zorlandığı sesiyle. “Sakın gitme…”
Resimdekiyse, ayrı bir çaresizlik
denizinde aynı duayı mırıldanıyordu belki de…
“Güze veda etmeyi ertelediler hep…”
YanıtlaSilŞu satırını okuduğumda bir tutam özlem, bir tutam hüzün düşerken gönlüme, gelip geçen günlerin izleri barındı tekrardan aklımda. Öyle güzel, öyle dokunaklı ve sahih yazmışsın ki; bir açıdan ayna tutmuş sözcüklerin yaşama. Kendimden bilirim, kimi anlar daim olsun isterim yazın güneşi, içimi ısıtsın, kuşatsın gökkubeyi sarmaladığı berrak tonları gibi günümü, şenlendirsin aydınlığıyla heyhat; geçerken günler tükenir yaz, geriye sadece yazın izlerini günlerinde taşıyıp silmek üzere kalan hazan kalır. Belki de bu nedenle hazanlara veda etmeyi istemez insan, bu nedenle hüzünlüdür hazanlar. Başta ki şiirin her yönüyle çok hoşuma gitti, dokunaklı olduğu kadar güzeldi de. İnsanda buruk bir tebessüm bırakan anlar olur ya, evet öyleydi dersin. İşte o dokuya sahipti kalemin. Bir sevda, bir hissiyat bu denli hoş kelimeler sığdırılıp anlatılamazdı galiba; “Oysa eylülle haziran gibiydik seninle. Sen güneşler doğururdun kendince bense bulutlarımı ötremdim üzerime.” Bilhassa şu söz beni çok etkiledi, birbirinden farklı olsa da leyl ü nehar misali bir bütünün parçası olup, yine de lafızlar da ayrı düşmek diye buna derim. Tükense de sözcükler, kalır geriye sessizliğe sine çekilmiş hisler. Şizofren Aşk’da ben bunu gördüm, yâda bunu hissettim. Bir masal gibiydi benim için Şizofren Aşk anlatışın, cümleleri kullanışın dahası karakterin okuyucu çeken hisleri; beni içine çektiği gibi, gözümde resmetti betimlemelerinle, sanki bir masal kitabının içine çekilmiş gibiydim. Hani Harry Potter’da bir sahne vardı Sırlar Odası’nda, Harry, Tom’un günlüğünü bulup sayfaları çevirdiği vakit Tom’un anılarına gitmişti, sanki o anı yaşıyormuş gibi seyretmişti geçmişte ki günleri. İşte anlatışında beni tıpkı Harry’nin Tom’un anı defteri gibi etkiledi, istemesizce gözümde resmederken sahneler, dokundu kelimelerin yüreğime. Bu arada iki gündür aklımda Şizofren Aşk'ı okumak vardı, fakat vakit bulamıyordum. Şu an öyle sevindim ki okuyabildiğime, öte yandan ise dediğim gibi bir parça hazan düştü gönlüme. Fakat yine de bu güzel sonbahar gecesi, satırlarınla zamanımı geçirdiğim için iyi ki açıp okumuşum diyorum. Son olarak, belki seni biraz bıktıracağım, Riv; uzattıkça uzatmış diyeceksin ama, eleştirin var ise söylersin demişsin. Emin ol ki, yorumlarımın her bir kelimesinde samimiyim, zihnimin ucunda parıldayıp kelimelere dökmek istediğim bir husus olursa beyan ederim. Emeğine ve yüreğinden geçenlere sağlık Dreamella. Son derece keyif alarak, iyi ki okumuşum dediğim bir hikâye oldu benim için. ^^
Yorumundaki güzellik yazdıklarımı gölgede bırakmış. Icimden gecenleri yazıyorum ama bunu karşı tarafa hissetirebiliyor muyum bilmiyordum. Yorumların benim için bir nevi fener işlevi görüyor. Açıkçası yazdıklarımın okunabilecegini düşünmüyorum. Pek cesaretli değilimdir bu yüzden tanıdığım kisilere de okutamiyorum :)
SilInsana kendi yaptığı guzel geliyor ama ne kadar gecerli degerlendiriyor orasi tartışılır tabi. yorumlarını gorunce mutlu oluyorum Velhasılı:)
Teşekkürler ve teşekkürler