BÖLÜM 4: LA SUEÑO PERDİDO
Mekânın küçük, gösterişsiz kapısına doğru
ilerlerken kendisi gibi mütevazı tabelası Robert’ın dikkatini çekti. Siyah
fonda beyaz italik harflerle yazılmış kelimeler “La Sueño Perdido ”
“Sanırım
İspanyolca, ama emin değilim.” dedi Kristen, Robert’ın bir adım arkasında durup
aynı yere bakarak.
Tom yanlarına yaklaşıp bilmiş
gülümsemesiyle “Kayıp Düş” dedi, Marcus’tan ismini duyduğunda merak edip ne
anlama geldiğini öğrenmişti.
İçerisi sıcak, samimi bir ortamdı ve bir o
kadar da kalabalık.
“Bu kadar insan burayı nasıl öğrendi acaba?”
diye kıkırdadı Tom, tam üç defa önünden geçip fark etmediklerini düşünerek.
Kendilerine bir masa ararken, birkaç
meraklı göz üzerlerinde gezindi ama çok geçmeden umursamaz bir tavırla
sohbetlerine geri döndü hepsi.
“Burayı şimdiden sevdim.” dedi Robert içini
kaplayan garip rahatlıkla.
Mekân fazlasıyla loştu, duvarlara asılmış
birkaç küçük lamba dışındaki ışık kaynağı sahnenin etrafına dizilmiş dört büyük
siyah mumdan ibaretti. Arka tarafta, kuytu bir masa bulup yerleştiler. Gözleri
parıltılar saçan garson kız dışında ona Robert Pattinson olduğunu hatırlatan biri
çıkmamıştı ve Robert, garsonu hızlı bir siparişle savmayı başardı.
“Bize üç bira.” Diğerleri sadece başlarını
sallamakla yetindiler.
İçerisi gerçekten kalabalıktı, sahneyi tam
göremiyorlardı ama vokalist mükemmel sesiyle blues’un en güzel örneklerini
birbiri ardına sıralıyordu. Üçüncü içkilerini yudumlarken, bazen şarkılara
neşeyle eşlik ediyor bazen de aralarında keyifli sohbetler ediyorlardı.
Grup kısa bir aradan sonra yeniden sahneye
döndüğünde, gitarist Robert’ı bir anda donduran parçanın solosunu atmaya
başladı. Parmakları henüz üçüncü notayla
buluşmuştu ki Tom, Robert’a doğru eğilip: “Hadi dostum, biraz dışarıya
çıkalım.” dedi.
Robert, Tom’un yüzüne boş bir ifadeyle
bakıp başını salladı. “Hayır, bu kez değil.”
Notalar, uysal bir nehir gibi ruhunun
çatlaklarından sızmaya başladı; sakin ve acelesiz… Arkasına yaslanıp gözlerini
kapattı. Direnmedi bu defa kaçıp gitmedi, itaatkar bir esir gibi tüm kalelerini
birer birer kuşatmasını tuhaf bir hazla bekledi.
Önce elleri geldi gözlerinin önüne,
yumuşacık elleri… Bir gün avuçlarından kayıp gideceğini hiç düşünmemişti.
Yavaşça uzandı, ellerini yeniden avuçlarının içine aldı; o anda sıcağını
duyduğuna yemin edebilirdi.
Sonra dudakları, soluk kırmızı… Tutkulu
öpüşlerinden sonra nasıl da canlanırdı rengi, susadığını hissetti. Kapalı
gözleriyle içkisinden bir yudum aldı, sanki açsa gözlerini bir daha asla hayal
edemeyecekti.
Saçlarının kokusunu duydu sonra, ilkbaharda
açan çiçekler gibi taptaze. Yüzünü açık kahverengi buklelerinin arasında
gezdirdi.
Ve gözleri… Uzun kıvrık kirpiklerin
arasında, içten içe koyu bir alev gibi yanan iri kahverengi gözleri. Bir yapbozun parçaları gibi yavaş yavaş,
sabırla var etti kızın suretini.
Bu sırada vokalist içini yaralayan cümleyi haykırıyordu.
“So long, it was so long ago, but I’ve still got the blues for you.”
“Ela.” diye fısıldadı istemsizce, elini kalbinin üzerine koyup güçlükle nefes aldı.
“Rob?!!” Mary, elindeki tepsiyi neredeyse düşürüyordu, öfke ve daha çok şaşkınlık saçan gözleri bir Robert’ın bir Tom’un üzerinde gidip geldi.
Robert istemediği bir rüyadan zorla uyandırılır gibi gözlerini kızgınlıkla açtığında, ilk birkaç saniye neyin gerçek olduğunu idrak edemedi.
Sonunda kendine gelip karşısında dikilen Mary’i gördüğünde, kalbi deli gibi çarpmaya başladı.
“Burada ne arıyorsun?” dedi Mary.
“Biz…” Tom araya girmeye çalıştı ama Mary
ona öyle sert bir bakış attı ki, ikinci kelimeyi söyleyemeden susmak zorunda
kaldı.
Mary, Robert’a dönerek, tekrarladı. “Sana
sordum.” Kelimeler dişlerinin arasından ezilerek çıkıyordu. Robert ayağa kalkıp
Mary’nin kollarını tuttu, belki de gerçekliğinden emin olmak istemişti.
“Gerçekten sensin.” diyebildi oysa kafasında
dönüp duran bir sürü düşünce vardı, tüm soruları birbiri ardına sorup cevaplarını
biran önce almayı öyle hastalıklı bir şekilde istiyordu ki, elinden gelse
Mary’nin beynini açıp her şeyi bir anda ortaya dökebilirdi. Ona kızmak, kendini
bu halde bırakıp gittikleri için hesap sormak istiyordu. Ama lafı dolandırmak
gereksizdi, bunun için ne sabrı ne de isteği vardı; en önemli sorudan başladı.
“Mary, Ela nerede?”
“Ben… bilmiyorum. Ondan hiç haber almadım.”
dedi Mary.
Robert, kızın kollarını biraz daha sıkı
tuttu. “O gittiğinde…” Bu kelimeyi hiç kullanmamıştı Ela için, şimdi birden
ağzından çıkışı onu bir an duraksattı ama çok geçmeden toparlanıp devam etti.
“O gittikten hemen sonra sen de ortadan
kayboldun ve şimdi bu söylediğine inanmamı mı bekliyorsun?” Masmavi gözlerini
kızınkilerden bir an olsun ayırmıyordu.
Mary, hiddetle Robert’ın kollarından
kurtulmaya çabaladı. Tam kızgınlığına yenik düşüp her şeyi söyleyecekti ki
vazgeçti, bunca zaman bir anlık aptallıkla heba etmek için uğraşmamıştı.
Bıkkın bir ifadeyle nefesini verip “Sana
haber almadım diyorum, ben İtalya’da stajdaydım. Hatta ondan haber alamayınca…”
bakışlarını Tom’a yöneltti, gözlerini kısarak ekledi.
“Ondan haber alamayınca Tom’a… mesaj
gönderdim.”
Robert, Tom’a doğru döndü. “Benim neden
bundan haberim yok?” Tom bir anda gelen saldırı karşısında afalladı, diyecek
bir şey bulamadı. Ama Mary, onu ateşe attığı gibi -aynı imalı bakışla- kendi
elleriyle geri çıkarttı.
“Zaten geri dönmemişti, belki de yanlış
numaraya atmışımdır.”
Robert onun bu kadar umursamaz olmasına
inanamıyordu, emindi bir şeyler bildiğine içinden bir ses ona böyle söylüyordu.
Bu kez yalvaran gözlerle konuştu.
“Mary, ne olur eğer en ufak bir şey
biliyorsan…”
“Sana bir şey bilmediğimi söyledim Rob.”
Mary masadan bir an önce ayrılmak için tekrar Robert’ın kollarından kurtulmayı
denedi ama Robert izin vermiyordu.
“Bak, burada çalışıyorum ve senin yüzünden
yeterince şey kaybettim. Bir de işimi kaybetmek istemiyorum.” Burada sürekli
çalıştığı doğru değildi ama eğer Robert, onu her istediğinde bulabileceğine
inanırsa daha kolay serbest bırakır diye düşünmüştü.
“Benim yüzümden mi?”
Artık bilmediği bir şeyler olduğundan
kesinlikle emindi ve henüz hiçbir sorusuna cevap bulamamışken Mary’nin öylece
gitmesine izin veremezdi.
“Tamam.” dedi sonunda ellerini kızın
kollarından çekerken. “Ama konuşmalıyız Mary, işin bitinceye kadar
bekleyebilirim.”
Mary
bu gece ondan kurtulamayacağını biliyordu ve görüşmemekte anlamsızca diretirse
Robert’ın kafasını daha çok karıştırabilirdi, hele ki çok hızlı bir şekilde
onun yanından uzaklaşması gereken bu durumda.
“Ne zaman işim biter bilmiyorum.” dedi, az
öncekinden daha yumuşak bir sesle.
“Tamam, sorun değil ben bekleyeceğim.” Mary
başıyla onaylayıp uzaklaştı. Robert arkasından yineledi. “Bekliyorum!” Mary
dönüp arkasını bakmadı bile hızla kalabalığın içinde kayboldu.
Robert külçe gibi bedenini oturduğu
sandalyeye bıraktı. “Senin yüzünden
kaybettim.” Neden böyle demişti ki?
Şarkı hala devam ediyordu, “Bu kez bir şeylerin farklı olacağını
biliyordum.” diye düşündü Robert. Sabırsızlığını biraz olsun hafifletmek
için gözlerini kapatıp yeniden şarkıya odaklandı.
En sevdiği bölümdeydi sıra… Ses birden ikiye
ayrıldı, sonra usulca çekilen bir dalga gibi biri diğerini özgür bıraktı… Daha
ilk kelime nazlı bir sevgili edasıyla kulağını okşadığında aniden gözlerini
açtı. Ses, beyninde dönüp duruyordu ama emin olmak için dikkatini daha fazla
toparlamaya uğraştı.
“So many years since I‘ve seen your face.
Here in my heart, there’s an empty space
Where you used to be.”
Bu, kesinlikle onun sesiydi…
Hızla ayağa kalkıp, sahneye doğru ilerlemeye başladı. Tom, Robert’ı engellemeye çalışıyordu ama bu konuda pek başarılı olduğu söylenemezdi.
“Bekle dostum, nereye gidiyorsun?”
Robert, cevap vermedi. Sonunda istediği yere ulaştığında elinde mikrofon olan siyah saçlı kızı fark etti. Birkaç adım atıp yavaşça omzuna dokundu, kız başını Robert’a doğru çevirip şaşkınlıkla gözlerini açtı; onu tanışmıştı.
Robert uzatmadan bir çırpıda soruverdi. “Az önceki şarkıyı söyleyen sen miydin?”
Kız bir an tereddüt ettikten sonra “Evet.” dedi “Beğendin mi?”
Robert tek kelime edemedi, arkasını dönüp hızla uzaklaştı. Dışarıya çıkıp bir sigara yaktı, Tom yanına geldiğinde sarsılmış görünüyordu.
“Bu şarkıyı ondan bin kere dinledim, Tom. O olduğuna o kadar emindim ki…” Tom elini arkadaşının omzuna koydu, bu gece ikisi için de zor bir geceydi.
Robert gözlerini boşluğa dikip öylece düşünürken Tom ısrar etti.
“Hadi dostum, gidelim buradan. Hem Kristen’e de ayıp oluyor, kız içeride yalnız başına kalakaldı.”
“Ne zamandır Kristen’in iyiliğini düşünüyorsun sen? Hem Mary’i bekleyecektim.”
Bir anda kafasında çakan şimşekle yeniden ayağa kalktı. “Mary!” dedi, hızla içeriye geri dönerken.
Mary’i barın yanında yeni siparişleri verirken yakaladı, kolundan tutup kendine çevirdi.
“O nerede? Burada olduğunu biliyorum, Mary. Ela nerede?”
Mary sert bir hareketle kolunu geri çekti.
“Paranoyak mısın sen? Ondan haber almadığımı söyledim ama yine de seninle konuşmayı kabul ettim. Sen gelmiş hala hesap soruyorsun, git buradan Rob!”
Mary, bir adım arkada duran Tom’a baktı.
“Götür onu buradan. Bir sürü işim var zaten, bir de sizinle uğraşamayacağım.” Siparişlerini alıp uzaklaştı.
Tom, Robert’ı kolundan çekerek masaya götürdü. Kristen kaşlarını çatmış, sinirli bir halde onları bekliyordu. “Hadi, gidiyoruz.” dedi Kristen’e. Robert tam bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki Tom onu susturdu.
“Tek kelime daha etme, gidiyoruz.”
Robert’ı yanlarında sürükleyerek bardan çıkıp arabalarına bindiler…
Bu sırada bir taksinin içinde evine doğru yol alan Amy, Mary’nin neden apar topar onu bardan çıkarttığını merak ediyordu. Düşünmekten usanıp, kendini akıp giden yoldaki mağazaların rengârenk ışıklarına kaptırdı.
Mary, nasılsa eve gelecekti ve ona uzun bir açıklama borçluydu…
Fakat Mary’nin daha farklı bir planı vardı, telefonun rehberinden Josh’ı bulup arama tuşuna bastı.
“Hey, Josh neredesin?”
Bu saatte Mary’den gelen telefon onu heyecanlandırmıştı. “Evdeyim Mary’i. Amy’e bir şey mi oldu yoksa?”
Mary küçük bir kahkaha attı. “Benim sevimli Don Juan’ım, panikleme hemen. Ben bu gece eve dönemeyeceğim sanırım ve eğer uygunsan Amy’le kalabilir misin, diye soracaktım. Angie’de evde yok biliyosun.”
Josh bir an duraksadı. “Bilemiyorum Mary, bu gece beni konuşturmamak için öyle çaba sarf etti ki…”
Mary’nin sesi keskinleşti.
“Sen bu kızla olmayı istiyor musun yoksa istemiyor musun?”
“Evet, ama sadece benim…”
“Sana tek söyleyeceğim şu, elini çabuk tutmazsan çok geç olabilir. Ve eğer eve gitmeye karar verirsen bana haber ver de daha fazla endişelenmeyeyim.” Aslında kalacak bir yer bulayım demeliydi, ama bunu tabi ki ona söyleyemezdi.
“Tamam, gideceğim.” dedi Josh fazla diretmeden.
“İyi.”
Başka bir şey söylemeden telefonu kapattı Mary, şimdi asıl endişelenmesi gereken konuya gelmişti. Bu gece Amy’i neredeyse sürükleyerek bardan çıkarttığı için uydurması gereken bir yalan vardı ama nasılsa Amy’i Josh’ı yanına gönderdiğini öğrendiğinde bu çok küçük bir ayrıntı olarak unutulup gidecekti. Hangisiyle yüzleşmek daha az kayıpla sonuçlanırdı ki? Belki de en iyisi şu an hiç birini düşünmemekti.
“Hey, Rodrigo ne zamandır güzel eşinin yemeklerini yemiyorum. Diyorum ki bu gece gelsem…”
“Ne o dışarı da mı kaldın?” dedi Rodrigo, eşi Dona’nın yaptığı berbat yemekleri düşünerek.
“Öyle de denebilir.” diye sırıttı Mary.
“Biliyorsun, kapımız sana her zaman açık Mary ama gitmeden önce bir şeyler yiyelim.” Bembeyaz dişlerini göstererek küçük bir kahkaha attı.
DREAMELLA
NOT: Hikayenin diğer bölümleri için tık tık ^_^
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder