BÖLÜM
7: DÜŞ SATICISI
Son zamanlarda Robert ilgisini çeken bir
senaryoyla karşılaşmamıştı ve sırf yapmış olmak için bir projede yer almak da
istemiyordu. Hem inanmadığı bir role ne kadar adapte olabilirdi ki? Bu yüzden
de dinlenmeyi seçmişti. Popülaritesini kaybetmesini istemeyenlerin uyarıları
üzerine arada bir Kristen’le dışarıya çıkıp biraz malzeme vermek dışında
günlerini yeni gelen senaryoları okuyup, nette gezinerek geçiriyordu.
Kristen’le olan ilişkisi de umduğu gibi
değildi, ne umduğunu da bilmiyordu aslında. Belki biraz kafasını dağıtıp, yaramaz
bir çocuk gibi beyninin içinde oradan oraya koşan düşüncelerden kurtarabilirdi
ama olmadı. Hala içten içe Ela’yı yeniden bulacağına inanıyordu.
Kristen de bunun farkındaydı ama yanında
yatarken hatta bedenlerini hazza teslim ederken bile bu kadar ulaşılmaz, bu
kadar kendinden uzak olması onu daha çok cezp ediyordu. Bazen ona kızmak,
bağırıp çağırmak istiyordu fakat ne yazık ki tıpkı Robert gibi o da âşıktı.
Robert bıkkın bir ifadeyle, “Yapacak daha
iyi bir şey biliyorsan, söyle.”
Tom, yatağın üzerindeki bir yığın senaryo
taslağını gösterdi. “Bunlardan da mı bir şey çıkmadı?”
Robert şöyle bir bakıp omuz silkti.
“Kristen nerede?” diye sordu bu kez Tom,
sanki çok umurundaymış gibi.
“Bilmem, dışarıya çıktı.”
“O senin kız arkadaşın, biraz daha ilgili
görünemez misin?”
Robert tüm bedenini Tom’a çevirip gözlerine
kızgınlıkla baktı.
“Çocuk bakıcısına benziyor muyum?”
Bir anlık boşlukla “Ela’yı yanından
ayırmıyordun.” dedi Tom ve hemen sustu.
Robert birkaç saniye boş boş bilgisayara
baktıktan sonra “Şu Mary’nin çalıştığı yere bir de ben gideyim diyorum.” dedi.
Tom yeniden aynı meselenin açılmasına sebep
olduğu için kendine kızıyordu. “Ben gittim dedim ya dostum, orada çalışmadığını
söylediler. Tek gecelik bir işmiş ve ona ulaşabileceğimiz bir numara da
bırakmamış. Hem hala neden aynı yerdesin, kız bir şey bilmediğini söyledi.”
Robert gözlerini Tom’a dikti. “Ve sen buna
inanıyorsun.”
“Evet, inanıyorum.” dedi Tom sertçe “Ben bir
şeyler yiyeceğim, sen de ister misin?”
Robert başını iki yana sallayıp yeniden
bilgisayara döndü.
Dedikodu sitelerinde hakkında çıkan
haberlere güldü bir süre, sonra kendi adına açılmış birkaç hayran sitesine göz
attı. Çoğu yorum ne kadar sevildiğiyle ilgiliydi, umutsuzca göz gezdirdi.
Sıkıntıdan patlamak üzereydi ki, açtığı tüm sayfaları teker teker kapatmaya
başladı.
Az sonra nasıl açıldığını bilmediği bir blog
çıktı karşısına, önce yine hayranların yaptıklarından biri sandı ama kendisiyle
ilgili olmadığını anlaması sadece iki saniyesini aldı.
Garip resim dikkatini çekti önce; şatoya
benzeyen tuhaf, ürkütücü bir binanın önünde büyük şapkalı, bembeyaz yüzlü,
korkunç bir adam, kanlar içindeki zavallı kuklanın iplerini çekiyordu. Resmin
üzerine italik harflerle “DREAM SELLAR” yazılmıştı.
Önce kapatmaya yeltendi sonra garip bir
merakla blogun içinde gezinmeye başladı. Bir çeşit günlük gibi kullanılıyordu,
bazı yazılardan bunu anlamıştı. Ama daha çok şiirler ve şiirsel bir dille yazılmış
metinlerle doluydu. Tesadüfen birini okumaya başladı.
“Kaçıp saklanabiliyor insan
her şeyden, kendini acıtan, hayatını zorlaştıran her şeyden… Mutlaka buluyor
sığınacak bir kuytu, rüzgârın değmeyeceği ya da değmeyeceğini sandığı… Ama
nasıl saklanır kendinden? Nasıl bırakabilir onu bir yerlerde? Asıl istediği bu
oluyor her zaman kaçarken, kendinden uzaklaşmak ama ne mümkün… Gölgesini bırakabilse
bir sokak lambasının altına, belki daha kolay olacak. Oysa gittiği her yerde
biliyor ki tam ardında, en karalık dehlizlerde bile küçücük ışık süzmesi
yetiyor gerçeği ortaya çıkartmaya. Ne kadar koşarsa o kadar hızlanıyor o da, ne
kadar iterse o kadar bütünü oluyor.
Alışmalı diyor bazıları,
alışmalı kendinle yaşamaya… sanki aksi mümkünmüş gibi…”
A. MOORE
Aslında edebiyattan, şiirsel metinlerden
pek hoşlanmazdı ama şu anki ruh halinden midir bilinmez, okuduklarının ilgisini
çektiği gerçekti. Okumaya bir süre daha devam etti. Blogun sahibini merak etti
sonra ama birkaçı hariç tüm yazıların altındaki A. Moore notundan başka en ufak
bir bilgi yoktu.
Tom hazırladığı sandviçle odaya geri
döndüğünde, onu bilgisayara iyice yaklaşmış dikkatle bir şeyler okurken buldu.
Robert’ın bu kadar ilgisini çeken şeyi merak edip yaklaştı.
“Bu kadar ciddi, şiir mi okuyorsun yani? Ben
de önemli bir şey var sandım.” dedi ve öyle bir kahkaha attı ki ağzındaki ekmek
kırıntıları etrafa saçıldı.
“Şunları ağzında tut.” dedi Robert, üzerine
gelen kırıntıları tiksintiyle iterek.
“İyi de, sen sevmezsin ki.” Tom hazırladığı
sandviçten koca bir ısırık daha aldı.
“Hıı.” dedi Robert ve okumaya geri döndü,
Tom’da oyalanmak için senaryoları karıştırmaya başladı.
Yaklaşık yarım saat sonra Robert Tom’a.
“Şunu dinle.” dedi ve okumaya başladı.
“Dur!
Koşarak dünyayı dolaşsan da
varacağın aynı yer değil mi sonunda?
Öyleyse dur!
Elbet birileri ulaşır yanında
O zaman anlarsın,
Bilgelik mi yoksa ahmaklık mı
ağır basar kanında…”
A. MOORE
“Yani?” dedi Tom, alaycı bir ifadeyle.
“Boş ver, dostum. Unut gitsin.” Robert blogda
oyalanmaya devam etti, sonunda köşedeki mesaj gönderme butonunu gördüğünde
düşünmeden bastı.
“Merhaba
ben Robert…”durdu.
“Ne yapıyorum ben?” dedi kendine ve
yazdıklarını hızla silip sayfayı da tamamen kapattı.
Bu sırada Kristen eve geri dönmüştü. Neşeyle
Robert’ın boynuna sarılıp dudaklarına ateşli bir öpücük kondurdu.
“Şu film teklifi vardı ya, kabul ettim.” dedi heyecanla ama sonra birden duruldu.
“Yarın New York’a gitmem gerekiyor. Sen de benimle gelsene yaklaşık bir ay geri
dönemeyeceğim.” diye ekledi.
“Bu şu aralar pek iyi bir fikir değil Kris ama
teklifi kabul ettiğine çok sevindim.” dedi Robert fakat bunu yeni işten çok
ayrı kalacakları için söylediğini düşünüp kendinden utandı. Kıza gerçekten
haksızlık ediyordu, belki de bu ilişkiye hiç başlamamalıydı. Neyse ki Kristen
fark etmedi.
Ertesi gün Kristen gittikten sonra yatağa
uzandı, daha özgür hissediyordu sanki ve kesinlikle daha rahat nefes alıyordu.
Bakışlarını tavana sabitleyip uzun bir süre öylece yattı. Neden sonra bir cümleyi
mırıldanırken yakaladı kendini.
“Bilgelik
mi, yoksa ahmaklık mı ağır basar kanında.”
Kendini düşündü sonra takılıp kalmıştı bir
yerde, iki senedir bir adım bile atamadığını hissetti birden hala onun gittiği
gündeydi sanki. Sıkıntıyla nefesini geri verdi; bakışları bilgisayara takıldı
sonra, hızla yataktan kalktı.
“Ne
kaybederim ki?”dedi kendine. Son zamanlarda bu cümleyi çok fazla yineler
olmuştu.
Sadece birkaç saniye sonra mesaj yazacağı
bölümdeydi.
“Merhaba ben Rob…” durdu ismi sildi ve kısa bir zaman düşündükten
sonra yeniden yazmaya başladı.
“Merhaba ben Richard,
yazdıklarınızdan çok etkilendim. Bazı metinleri okurken sanki hayatımı
biliyormuşsunuz gibi geldi, bu gerçekten garip. Neyse, sadece beğendiğimi
söylemek istedim.”
Yazdıklarını tekrar okumadı bile
biliyordu ki, birazcık oyalansa vazgeçecekti. Gönder tuşuna bastı ve o an
pişman oldu. Mesajına göz gezdirdi “Aman ne hoş, tam bir aptal gibi yazmışım!”
gözlerini devirdi ve sayfayı kapattı.
Birkaç dakika sonra mail adresine yeni bir
mail ulaştı.
“Beğendiğinize
çok sevindim, güzel mesajınız için teşekkürler.”
“Sadece
bir cümle?” dedi Robert, sanki gelen her beğeni mesajına karşılık hayatını
anlatmalıymış gibi. Yanıtla butonuna bastı bu kez, iyi de ne yazabilirdi ki?
“Bloğunuza garip bir resim seçmişsiniz,
belirli bir anlamı var mı acaba?”
Kendini
bir kızın dikkatini çekmek için ucuz numaralar yapan erkekler gibi hissetti ama
mesaj gitmişti bir kere. Yine çok geçmeden cevap geldi.
“Aslında bu bir arkadaşımın
fikriydi, kendisi çok zor günler geçirdi ve bu resmi gördüğünde işte o kukla
benim demişti. Bende burada kullanmaya karar verdim. Bu arada adım Angie.”
Böyle
tuhaf bir şekilde başlayan Angie ve Robert sohbetleri, Kristen’in de film
setinde olması dolayısıyla sıklığı artarak devam etti. Robert daha çok kıza sorular soruyor, kendi
ile ilgili konularıysa çok derine girmeden ustaca savuşturmayı iyi biliyordu.
“Nerede
yaşıyorsun sen?” diye sordu Angie, yaklaşık iki hafta sonunda aklına
gelmişti bunu sormak.
“Şehirler
ve ben… Uzun zamandır benim şehrim yok.” diye yanıt verdi Robert.
“Hep böyle olacaksın değil mi?
Böyle gizemli. Ben Los Angeles’da yaşıyorum.”
Robert sorulara cevap vermeyi pek sevmiyordu,
aklına geldiği gibi kendi istediği yönde konuşuyordu. Bu da çoğu zaman bir
konudan diğerine uzun ve kopuk sıçrayışlara neden oluyordu.
“Gelecekten
ne istiyorsun?” diye sordu bu kez Robert.
“Bilmem, belki daha mutlu olurum.” diye
yanıt verdi Angie.
“Ben
yalnız olacağım. Şimdi değilim ama o zaman yalnız olacağım.”
Robert’ın
mesajı kızın kafasını karıştırmıştı. “Şimdi
yalnız değilim.” de ne demekti? İçinde bastıramadığı bir kıskançlık duygusu
kabardı, bu gizemli yabancıdan hoşlanmaya mı başlamıştı yoksa? Henüz neye
benzediğini bile bilmiyordu ama her gün ondan gelecek yeni mesajları deli gibi
beklemesi başka türlü nasıl açıklanırdı ki?
“Nasıl
hissetmeliyim? Üzgün ya da mutlu?” diye sordu, cevabın gelmesini heyecanla
bekliyordu, ama istediği cevabı alamadı.
Robert
sadece tek kelime yazmıştı. “Bilmem…”
Günler, haftalar geçip gitti ama ne Robert
ne de Angie birbirlerini görmek istediklerine dair tek bir söz etmedi. Bu arada
Kristen’in de film çekimleri bitmek üzereydi ve üç gün sonra yeniden Robert’ın
yanına dönecekti. Sonunda Angie dayanamadı ve uzun zamandır aklında olan soruyu
sordu.
“Los
Angeles’a gelemez misin? Seni görmek istiyorum.”
Robert mesajı okuduğunda ne diyeceğini
bilemedi bir yandan neredeyse bir aydır her gün konuştuğu kızı görmek
istiyordu, öte yandan kendisini gördüğünde vereceği tepkiden korkuyordu.
“Ben, zaten Los Angeles’dayım.” yazdı sonunda.
Angie, Robert’ın verdiği cevaba biraz kızsa
da öfkesi uzun sürmedi.
“Yani, beni görmek istemiyorsun.” dedi, hayal kırıklığıyla.
Robert aslıda bunu kast etmemişti, adım atma
sırasının kendinde olduğunu anlayıp yazmaya başladı.
“Affedersin,
seni kırmak istememiştim. Demek istediğim, evet Los Angeles’dayım ve seni
görmeyi ben de istiyorum.”
Angie’nin
kalbi aldığı mesajla bir kuş gibi çarpmaya başladı. “Henüz görmedin bile ve şu
haline bak!” diye kızdı kendine.
İkisinin de bildiği, gözden uzak bir kafede
buluşma kararı aldılar.
“Peki, birbirimizi nasıl tanıyacağız?” diye sordu Robert.
Angie biraz düşündü sonra kitaplıktaki bir
kitap ilişti gözüne.
“Elimde bir kitap olacak, Virgil’in bir kitabı
Doomed Love. Yarın görüşürüz.”
Robert mesajı gördüğünde gözlerine
inanamadı, bu onun Ela’ya hediye ettiği kitaptı.
Kuru bir “Görüşürüz.” yazdı sadece.
Bilgisayarı kapattığında tuhaf hissediyordu,
Angie’yle konuşmaya başladığından beri Ela’yı daha az düşünür olmuştu, hatta
bazı günler hiç gelmiyordu aklına ama yine karşısındaydı işte. Hayat bir
şekilde hep onu hatırlatıyordu. Yatağına uzandı, yarın garip bir gün olacaktı…
Bu ne farklı guzel birblog :)
YanıtlaSilBeğendiğine çokkk sevindim. Açıkcası arka plan siyah diye biraz kararsızım şu sıralar acaba değiştirsem mi diyorum ama bakalım :) Tekrar teşekkürler
Sil